Türkiye’de “girişimcilik” kelimesi sanki ithal bir kavrammış gibi muamele görüyor. Sohbet hep aynı soruya sıkışıyor: “Güzel anlatıyorsun da, benim cebimde ne var?”
Net konuşalım. Girişimcilik sadece parası olanların oyuncağı değildir. Ama bu, paranın önemsiz olduğu anlamına da gelmez. Nakit akışı hâlâ kraldır. Yine de artık sermaye dediğin sadece para değil; çevre de (network), yetenek havuzu da, hız da, veri de sermaye.
Esas soru şu: Elindeki kaynak hangi problemi kimin için çözüyor? Müşteri problemi çözmeyen hiçbir şey “girişim” değildir. O sadece “proje”dir. Proje ölür, girişim uyum sağlar. Biz buna pivot deriz. Yani “Bunu böyle satamadım, biraz bükeyim de belki böyle gider.” Bükebilen kalır.
Bizde bir başka yaygın refleks de şu: “Fikrimi çalacaklar.” Kusura bakmayın ama kimsenin, kimsenin fikrini çalacak kadar boş vakti yok. İş dünyasında değer fikirde değil, uygulama kapasitesindedir. Girişimcilik romantik bir biyografi değil; operasyon yönetimidir.
Burada çoğu kişinin kaçtığı gerçek şu: Aslında birçok insan iş kurmak istemiyor, özgür olmak istiyor. Patron istemiyor, “Bugün canım çalışmak istemiyor” deme lüksü istiyor. Bu dürüst bir motivasyon ama tek başına şirket kurmaz. Girişimcilik “özgürüm” duygusuyla başlar, “sorumluyum” gerçeğiyle devam eder. Maaşlı çalışırken sadece kendinden sorumluydun. Kendi işini kurduğun gün müşteriden, tedarikçiden, vergiden de sorumlusun. Özgürlük gelir ama faturasıyla gelir.
Peki herkes girişimci olabilir mi? Herkes deneyebilir ama herkes sürdüremez. Çünkü sürdürülebilirlik psikolojik dayanıklılık işidir. Bu ülkede belirsiz bir gelecekle yan yana yaşarken soğukkanlı kalabiliyor musun? “Bu ay ödeme alamadık ama ayın 15’inde inşallah borcu kapatıyoruz” cümlesini miden kaldırıyor mu?
Peki model ne olmalı? Bugünün sahasında iki yaklaşım öne çıkıyor.
Mikro odaklı, niş çözüm. Çok küçük ama çok acil bir problemi alıyorsun ve “Bu sorunu bu segment için ben çözüyorum” diyorsun. Bu, dikey uzmanlık stratejisidir. Restoranın stok takibini defterden alıp basit bir panele indirgemek mesela. Büyük devrim gibi görünmez ama gece 02.00’de yağ maliyeti hesaplamak zorunda kalmayan işletme sahibi için hayat kurtarır. İşte bu katma değerdir. Katma değer, fatura kesilebilir değerdir.
Topluluk tabanlı marka. Artık insanlar ürünü değil, tavrı satın alıyor. Şeffaflık politikan, duruşun, “Biz bu işi neden yapıyoruz?” anlatın… Eskiden pazarlama metniydi. Şimdi bizzat ürünün kendisi. Reklam bütçenden çok, topluluk güvenin konuşuyor.
Yani sermayesiz girişimci için oyun net: Ya mikro probleme lazer gibi odaklanırsın ya da topluluğunu kurarak müşteri kanalını kendin yaratırsın. Bu iki model paradan önce emek ister. Emek bedava değildir ama nakitsiz başlayabilirsin.
Burada kritik bir nokta var. Biz hâlâ “Önce şirketi kuralım, sonra müşteri buluruz” diye düşünüyoruz. Bu yanlış. Doğrusu şudur: Önce müşteriyle teması kur, sonra resmî şirket statüsünü tanımla. Çünkü her şirket, gelir yaratmadan önce açılmış her vergi levhası aslında bir risk yükümlülüğüdür. İlk kural basit: Kendini önce batırma.
Bir de büyüme masalı var. “Aylık yüzde 200 büyüdük” cümlesi havalıdır ama başlangıç noktan sıfırsa yüzde 200 zaten çıkar. Asıl soru şu: Karlı mısın? Kârlılık dediğimiz şey çok komplike değil: Gelirin giderini karşılıyor mu? Çünkü kâr etmeyen büyüme, daha pahalı bir probleme dönüşür. Bazen büyüme sağlık değildir, enfeksiyondur. Kontrolsüz yayılır, sistemi kilitler.
Gelelim “ülke şartları” meselesine. Evet, ekonomik tablo zor. Mevzuat karmaşık. Kur baskısı, vergi baskısı, regülasyon baskısı hepsi üst üste geliyor. Ama bu tablo seni otomatik olarak dezavantajlı yapmıyor; doğru oynarsan avantaj da yaratabilir. Kriz, büyük oyuncuyu yavaşlatır. Onlar prosedürle, komiteyle, onayla hareket eder. Sen çeviksen, yani hızlı karar alıp hızlı yön değiştirebiliyorsan, bu senin rekabet üstünlüğündür. Büyük şirketler gemiyse, sen jet-ski’sin. Gemi okyanusa dayanıklıdır ama dönmesi yarım saat sürer. Jet-ski dalga yer ama ani döner. Hayatta kalma bazen sadece manevra hızıdır.
Şunu da not düşelim: “Ben sıradanım, benden girişimci olmaz” diyen çok. Sorun özgüven eksikliği değil. Sorun şeffaf veri eksikliği. Biz sadece başarı hikâyesini duyuyoruz, batış hikâyesi anlatılmıyor. O yüzden herkes kendini milyar dolar değerlemeli şirketlerle kıyaslıyor. Halbuki bazen en kritik dönüşüm tek mahallede başlar.
Bu yüzden şunu doğru yere koymak gerekiyor: Girişimcilik bir statü değildir. “Ben girişimciyim” cümlesi CV süsü değildir. Girişimcilik bir davranış biçimidir: Problemi görme, sorumluluk alma, çözümü kurma refleksi. Bunu maaşlı çalışırken de yapabilirsin. Kurumsal şirkette bir süreci iyileştirip şirkete milyon lira tasarruf sağlıyorsan, kusura bakılmasın ama sen zaten girişimcilik kasını kullanıyorsun.
Finali şöyle yapalım: İlla şirket kurmak zorunda değilsin. İlla risk sermayesi peşinde koşmak zorunda değilsin. Gerekli olan tek şey şu cümleyi kurabilmek: “Bu problemi ben çözerim.”
Asıl imza orada atılır.
Türkiye’nin güçlü ekonomisi de tam bu zihniyetten büyüyecek.
Doğru girişimlerle güçlü Türkiye hedefine yürümek dileğiyle…
