Türkiye’nin gündemi her gün değişiyor. Ekonomi, siyaset, spor, dış politika… Bugün konuştuğumuz mesele yarın yerini başka bir başlığa bırakıyor. Ancak bütün bu değişken gündemin arka planında aslında tek bir büyük mesele var: Toplum olarak bir arada kalabilmek.
Sokaklara bakın. İnsanların en çok konuştuğu konu geçim derdi. Çarşıda, pazarda fiyatlar can yakıyor; gençler gelecek kaygısıyla boğuşuyor; iş dünyası belirsizliklerden endişeli. Ama aynı zamanda bu ülkenin insanı, afetlerde komşusuna koşuyor, sokakta gördüğü muhtaca el uzatıyor. Yani biz, hem umutsuzluğun hem de umudun aynı anda yaşandığı bir ülkeyiz.
Türkiye’nin en büyük sınavı işte burada başlıyor. Yoksullukla, işsizlikle, adaletsizlikle mücadele elbette önemli. Fakat asıl mücadele, birbirimize güvenimizi kaybetmeden yol alabilmek. Çünkü güvenini kaybeden bir toplum, en küçük sarsıntıda darmadağın olur. Ama güvenini koruyan bir toplum, en büyük fırtınadan bile çıkar.
Bugün, siyasetin dili çoğu zaman sert ve ayrıştırıcı. Televizyon ekranları, sosyal medya tartışmaları, hatta sokaktaki gündelik sohbetler bile kutuplaşmanın gölgesinde. Oysa hayatımızın en sade gerçeği çok farklı: Hepimiz aynı ekmeği bölüşüyor, aynı otobüse biniyor, aynı hastane koridorunda şifa bekliyoruz. Yani farklı fikirlerimiz olsa da kaderimiz ortak.
Geçmişte defalarca kanıtladık. Depremlerde, sellerde, krizlerde omuz omuza verdik. İşte mesele şu: Niçin bu dayanışmayı sadece felaket anlarında hatırlıyoruz? Niçin normal zamanlarda farklılıklarımızı öne çıkarıp, ayrışmayı tercih ediyoruz?
Türkiye’nin en büyük sınavı, işte tam da bu soruya vereceğimiz cevapta saklı. Eğer ortak vicdanda buluşabilirsek, ülke olarak hiçbir mesele bizi yolumuzdan edemez. Ama öfkeyi, ayrışmayı, tahammülsüzlüğü büyütürsek, asıl kaybımız geleceğimiz olur.
Bugün ihtiyacımız olan şey, büyük sözlerden, hamasetten çok daha basit: Birbirini anlamaya çalışan, birbirine kulak veren, birbirine güvenen bir toplum.
Çünkü gerçek şu: Birlikte düşersek kaybederiz, birlikte kalkarsak kazanırız.