Bazı cümleler vardır; söylendiği anda tarihin duvarına kazınır, söylendiği biçimle hafızalara kazınır.
Kayserispor’un o sancılı genel kurulunda, salonun sessizliğini delen bir ses yankılanmıştı:
“Gerekirse evimizi satarız, arabamızı satarız, ama Kayserispor’u düşürmeyiz!”
Bu söz, yalnızca bir duygusal çıkış değil, bir manifestoydu.
Çünkü o cümle, bir şehrin futboldan çok daha büyük bir şey — onur, aidiyet ve vefa — için ayağa kalkışının ifadesiydi.
Kayserispor’un son sekiz yılı, sadece bir spor kulübünün krizi değil, bir şehrin kurumsal direncinin sınavı oldu.
Borçların gölgesinde, transfer yasaklarıyla, bitmeyen mali sarsıntılarla geçen bir dönemde pek çok kişi köşesine çekilirken, Baki Ersoy öne çıktı.
Ve öne çıkmak, bu şehirde hiçbir zaman kolay olmadı.
Kayseri’de herkes bilir:
“Elini taşın altına koymak” burada sıradan bir mecaz değildir.
Bu şehirde elini değil, çoğu zaman itibarını taşın altına koyarsın.
Baki Ersoy’un “Biz elimizi değil, kafamızı koyduk” derken kastettiği tam olarak buydu.
Bir futbol kulübü üzerinden bir şehir onurunu savunmak, siyasetin sınırlarını aşan bir duruş gerektirir.
George Orwell’in tespiti geliyor insanın aklına:
“Gerçeği söylemek, evrensel bir yalan çağında devrimci bir eylemdir.”
Ersoy’un çıkışı da tam olarak böyledir; bu kentin içinde dönen küçük hesapların, kirli dengelerin ortasında bir vicdan devrimidir.
Çünkü o, “hırsızlar”, “arsızlar”, “namussuzlar” derken yalnızca isimleri değil, alışkanlıkları hedef alıyor.
Kayseri’de futbolu kirleten ne varsa, onunla hesaplaşıyor.
Daha önce yazdım, yine yazıyorum:
Kayserispor’un adını ağzına pelesenk edip, tribünlerde poz vererek “biz de buradayız” diyenlerin, iş icraata geldiğinde bir anda buharlaşmasını neyle açıklayacağız?
Fotoğraf karesinde şehrin renkleriyle gurur pozları veren o “çok ilgili” simalar, iş gerçekten destek olmaya geldiğinde neden ortadan kayboluyor?
Bir şehrin takımı ölüm kalım mücadelesi verirken, bazıları hâlâ hesap kitap peşinde.
Kapalı kapılar ardında “nasıl batar, kim kalır, kim gider” hesabı yapanlar var.
Evet, var!
Kayserispor’un sahadaki mücadelesinden çok, masadaki güç dengeleriyle ilgilenen, “şu gitsin, bu gelsin” diyen, kulübün geleceğini kişisel ikbaline bağlayan tipler…
Onlar, Kayserispor’un borcunu değil, kendi koltuklarını dert ediyorlar.
Ama şu soruyu sormadan geçemem:
– Bir şehrin takımının yok oluşu üzerine hesap yapanlar, yarın Kayserispor küllerinden yeniden doğduğunda hangi yüzle konuşacaklar?
– O zaman da tribünlere çıkıp “biz hep yanındaydık” mı diyecekler?
– Yoksa o gün bugünkü suskunluklarının utancına mı sığınacaklar?
Gerçek şu:
Bu şehirde samimiyetin fotoğrafını çektirmek kolay, ama bedel ödemek zordur.
Ve Kayserispor meselesi tam olarak bu sınavın adıdır.
Bu yüzden diyorum ki;
Baki Ersoy’un sözleri bir öfke patlaması değil, bir vicdan çağrısıdır.
Kayseri’nin namusu, bir kulüp tabelasının çok ötesindedir.
O söz — “Gerekirse evimizi satarız, arabamızı satarız, ama Kayserispor’u düşürmeyiz!” — bu şehrin namus cümlesidir.
Ve bugün o cümlenin altına imza atan kaç kişi var, gerçekten kaç kişi?
İşte asıl mesele bu.
Ama soralım:
Bu mesele sadece Baki Ersoy’un meselesi mi?
Hayır!
Bu mesele, Kayseri’nin meselesi.
Bir şehrin onuru söz konusuysa, susmak da, seyirci kalmak da aynı derecede vebaldir.
Destek olmuyorsunuz bari, köstek olmayın!
Çünkü bu iş artık bir “puan tablosu” değil, bir onur tablosu meselesidir.
Kayserispor, küçük hesapların değil, büyük aidiyetlerin takımı olmalı.
Kayserispor Avrupa takımı olmalı.
Bu şehir, günü kurtaranların değil, geleceği düşünenlerin omuzlarında yükselir.
O yüzden diyorum ki:
Dünyada bazı şehirler, direnişleriyle hatırlanır:
Liverpool’un “You’ll Never Walk Alone”— Türkçesiyle “Asla Yalnız Yürümeyeceksin” —
Bilbao’nun “Kulüp değil, kimliktir” anlayışı,
Napoli’nin Maradona’ya duyduğu efsanevi bağlılık…
Ve şimdi Kayseri'de kendi hikâyesini yazıyor.
Bu hikâyede altın harflerle kazınacak bir cümle zaten yazıldı:
“Gerekirse evimizi satarız, arabamızı satarız, ama Kayserispor’u düşürmeyiz.”
Çünkü bazı insanlar sadece söz söylemez; onlar bir şehrin sesi olurlar.
