Bu sadece bir kelime oyunu değil. Bu, kime ait olduğumuzu, kimi önemsediğimizi, kimin için çalıştığımızı gösteren bir zihniyetin yansıması, aynasıdır.
İngiltere’de kamu çalışanına “civil servant” denir. Türkçeye kelime kelime çevirelim: “sivil hizmetkâr”. Yani “devlet adına halka hizmet sunan sivil kişi.”
Burada mesaj net: Bu kişi sivildir, senden biridir, görevi hizmettir. Üniforması yok, ayrıcalığı yok, senden üstün değil. Roller belli, hiyerarşi net: Halk üstte, kamu görevlisi altta. “Servant” kelimesi kulağa sert gelebilir ama siyasal kültür açısından çok kritik bir çerçeve kurar: Güç sahibi olan halktır, hizmet eden de kamudur. Devlet sadece bir araçtır.
Bizdeki yerleşik tanım ne? “Devlet memuru.”
Bu ifade masum gibi görünür ama aslında zihinsel mimariyi açığa vurur. “Devlet memuru” dediğinizde iki şey söylüyorsunuz:
Bu kişi devlete bağlıdır.
Bu kişi devleti temsil eder.
Pekiyi burada halk nerede? Halk Yok.
Devlet memuru dediğiniz kişi, halkla kendisi arasında devleti bir kalkana dönüştürüyor. Vatandaşla arasında mesafe var. O, “devlet”; sen “talep eden”sin. Bu mesafe bazen saygı diye pazarlanıyor ama pratikte çoğu zaman kapı, duvar olarak çalışıyor.
Şunu deneyin: Bir kurumda işiniz geciktiğinde “Ben vergilerimle maaşınızı ödüyorum” dediğinizde kaç kez duydunuz şu cevabı: “Ben devlet memuruyum, bana öyle konuşamazsın.” Bu refleksin kaynağı dilde yatıyor. Çünkü kendisini halkın çalışanı olarak değil, devletin sahibi gibi konumluyor. “Devlet benim, sen kimsin?”
Peki “civil servant” kültüründe nasıl işliyor bu? Orada vatandaş, sistemin müşterisi değil; hak sahibi. Kamu çalışanı ise bu hakkın icracısı. Yani vatandaşın hakkı gecikirse özür borcu çalışanındır, vatandaşın değil. Bu çok temel bir fark. Bu fark, kapıda bekletilme sürenize kadar yansıyor.
Bizdeki kavrayışta devlet soyut, kutsal, dokunulmaz; memur onun bekçisi. Vatandaş ise potansiyel şüpheli. Sen “talepte bulunan birey”sin. Devlet memuru ise senin talebini “uygun bulursa” işleme alacak olan otorite. Yani hizmet değil, sanki lütuf.
Bunun vatandaş psikolojisine etkisi ortada: İnsan kendi hakkını isterken bile dilini düzeltiyor, cümlesini yumuşatıyor, araya tanıdık sokuyor, rica minnet tonuna geçiyor. Devlet kapısı hâlâ “kapı”. Hâlâ girerken düğme ilikleniyor. Bu tablo, günümüz modern kamu anlayışıyla bağdaşmıyor.
Şimdi samimi olalım: Bizde memuriyet hâlâ “güvenceli statü” olarak algılanıyor, “kamu hizmetine profesyonel katkı” olarak değil. Bunun da dili var, ekonomisi var, sosyolojisi var.
“Devlet memuru” dediğinizde akla ne geliyor?
Kadrolu.
Kolay kolay işten atılmaz.
Amir güvenirse yıllarca aynı yerde kalır.
Emekliliği garanti.
Peki, bu tanımda “vatandaşa karşı performans sorumluluğu” var mı? Yok.
“Hesap verebilirlik” var mı? Yok.
“Hizmet kalitesi” var mı? O da yok.
Çünkü metrik devlete sadakat. Yani vatandaş değil, amir memnun edilecek.
Bu yüzden bizde en ağır disiplin suçu ne? Vatandaşa kötü davranmak mı? Hizmeti geciktirmek mi? Şeffaflıktan kaçmak mı? Hayır.
En ağır suç “amirine itaatsizlik” ve “devlet itibarını zedeleyici davranış.” Yani sadakat devlete. Bu çerçeve, doğrudan “devlet memuru” tanımının içinden çıkıyor.
657 sayılı Devlet Memurları Kanunu “memur” kavramını Madde 4/A’da normatif olarak şöyle çerçeveliyor:
“Mevcut kuruluş biçimine bakılmaksızın, Devlet ve diğer kamu tüzel kişiliklerince genel idare esaslarına göre yürütülen asli ve sürekli kamu hizmetlerini ifa ile görevlendirilenler, bu Kanunun uygulanmasında memur sayılır.”
Aynı maddenin devamında şu genişletici hüküm yer alıyor: “Yukarıdaki tanımlananlar dışındaki kurumlarda genel politika tespiti, araştırma, planlama, programlama, yönetim ve denetim gibi işlerde görevli ve yetkili olanlar da memur sayılır.”
Şimdi hep birlikte şu çetin soruları soralım ve cevabı birlikte bulalım. Kim bu devlet?
Devleti vergileriyle kim finanse ediyor? Vatandaş.
Devlet adına yetki kimden alınmış? Vatandaştan.
Devlet hizmetinin muhatabı kim? Vatandaş.
Ama buna rağmen, sahada vatandaşın önceliği hâlâ teorik. Çünkü memur kendini vatandaşın karşısında değil, devletin karşısında sorumlu hissediyor. Yani güç akışı tersine dönmüş durumda.
Dil niye bu kadar kritik?
Çünkü yönetim bilimi bize şunu söylüyor: Rol tanımı davranışı belirler. Bir çalışan kendini nasıl adlandırıyorsa, zihinsel kontratı da ona göre kuruyor. Zihinsel kontrat dediğimiz şey şu: “Ben kimim, ne yaparım, kime karşı sorumluyum, kim bana karışamaz?”
“Civil servant” kendini “public service professional” yani “kamu hizmeti profesyoneli” olarak görmeye daha yatkın. Buradaki profesyonellik; yetkinlik, tarafsızlık, eşitlik, ölçülebilirlik, denetlenebilirlik demek. Başka bir ifadeyle: “Ben hizmet üretiyorum ve bu hizmetin kalitesi benden sorulur.”
“Devlet memuru” kendini “devlet mekanizmasının parçası” olarak kuruyor. Burada kalite kavramı geri planda. “Ben prosedürü uygularım, kimse benden fazlasını isteyemez.” Hatta çoğu zaman prosedür, hizmetin önüne geçiyor.
Yani “devlet memuru” tanımı, vatandaşı müşteri olarak bile görmeyen bir zihniyete işaret ediyor. Vatandaş, sistemde rahatsızlık çıkarabilecek unsur. Denetlenmesi gereken unsur. Dilekçesi bile “uygun görülürse” işleme alınan bir unsur.
Bakın bu sadece vatandaş için kötü değil. Aynı zamanda kamuda çalışan için de kötü.
Neden derseniz ?
Çünkü “memur” tanımı, kamuda çalışanı edilgenleştiriyor. İnisiyatifini bastırıyor. Girişimciliğini cezalandırıyor. “Prosedüre uygun ama vatandaşa faydasız” çözüm üretmek, “yaratıcı ama vatandaşa faydalı” çözüm üretmekten daha güvenli hale geliyor. Bu da tabiri caizse bürokrasinin çamurunu kalınlaştırıyor.
Bu yüzden şu tabloyu çok sık görüyoruz:
– Bir sorun var.
– Masadaki herkes sorunu biliyor.
– Vatandaş mağdur.
– Çözüm aslında çok basit.
– Ama herkes şöyle diyor: “Bizim yetki alanımız değil.”
– Sonuç: Sorun çoğu kez çözülmüyor; bugün git, yarın gel ile sürüp gidiyor…
Niye sürüyor? Çünkü “sorunu çözmek” ödüllendirilmiyor. “Hata yapmamak” ödüllendiriliyor.
“Civil servant” modelinde risk şuradadır: Hizmet aksadı mı? Vatandaş doğrudan şikâyet mekanizmasına gider, bu mekanizma ciddiye alınır, raporlanır, gerekirse parlamenter denetim devreye girer. Çünkü hizmet başarısızlığı kamusal bir meseledir.
Bizde kamu hizmeti aksadığında mekanizma ne? Vatandaş şikâyet hattına yönlendirilir; şikâyet hattı vatandaşı yatıştırır; dosyaya bir numara verilir; sistem dosyanın numarasını “işlemde” gösterir; kurum da “gereği yapılmıştır” diye üst makama rapor yazar. Yani sorun değil form yönetilir.
Yine dönüp dolaşıp zihniyete geliyoruz.
“Devlet memuru” dili, devleti vatandaşın üstünde konumlandırdığı için şeffaflığa da dirençlidir. Şeffaflık ne demek? Denetlenebilirlik. Denetlenebilirlik ne demek? Hesap vermek. Hesap vermek ne demek? Vatandaşın senden hesap sorabilmesi. Peki sen kendini “devlet”in temsilcisi olarak görüyorsan vatandaşı kendine nasıl denk kabul edeceksin?
Tam da burada kırılması gereken halka bu: Kamu görevi bir ayrıcalık değil, kamusal emanet. Emanet kavramı önemli. Emanet, hesapla birlikte gelir. Emanet, “ben benden üstün değilim” demektir.
Bugün mevzuat dilimizde “kamu görevlisi”, “kamu personeli”, “kamu hizmeti” gibi daha nötr ve modern kavramlar var. Var ama günlük dilde ve kurum kültüründe “devlet memuru” hâlâ baskın.
Kurum içi iletişimde, bordro dilinde, amir-ast ilişkisinde, hatta personel odasındaki mizah kültüründe bile bu baskın. İronik ama gerçek: Kendi içinde de hiyerarşi şöyle kuruluyor – “devlet memuru”, “kadrolu”, “taşeron”, “sözleşmeli”… Yani insan değil, statü. Nerde kaldı İnsanı Yaşat ki Devlet Yaşasın kadim kültürü…
İşte bu yüzden şu soruyu artık açık açık sormak zorundayız:
Biz kamu yönetimini kim için tutuyoruz?
Eğer cevap gerçekten “vatandaş” ise, dilimizi buna göre revize etmek zorundayız. Bu sadece kelime düzeltmesi değildir. Rol tanımı, performans ölçütü, denetim mekanizması, liyakat sistemi demektir.
Kişi önce devlette memur olmak için kırk takla atar, memur olduktan sonra da vatandaşa kırk takla attırır. “Devlet memuru” dili, vatandaşı devlet kapısına çağırır. “Kamu hizmeti profesyoneli” dili, devleti vatandaşın ayağına götürür.
Bu ülkenin ihtiyacı olan şey, vatandaşı susturmak değil. Güven veren kamu kültürü inşa etmek. Kurum kültürünü “dokunulmazlık”tan “hesap verebilirliğe”, “statü”den “hizmet kalitesine” çevirmek.
Bugün kamuda çalışan on binlerce insan gerçekten iyi niyetle, mesai üstü, mesai dışı vatandaşa çözüm üretmeye çalışıyor. Fakat bu çaba ne görünür ne ödüllendirilir. Çünkü zihniyet onları “devletin memuru” olarak çerçeveliyor, “kamu yararının uzmanı” olarak değil. Yani sistem iyi örneği bile kendi diliyle gölgeliyor.
Meselenin özeti şu:
“Devlet memuru” dediğinizde vatandaş içeriden dışlanır.
“Hizmet görevlisi” dediğinizde vatandaş merkeze alınır.
Biz hangi toplumsal sözleşmeyi savunuyoruz? Sorunun ağırlığı burada duruyor. Kelimeler masum değil. Kelimeler, yönetim biçimidir aynı zamanda.
Kamu personelini “devletin adamı” olarak değil, “kamu yararının profesyoneli” olarak konumlayabildiğimiz gün, bu ülkede vatandaş da kapıda bekleyen değil, kapıyı açan taraf olacak. Bundan sonrası da demokratik olgunluk, yani gerçek anlamda kurumsallaşmış kamu hizmeti kültürü. Bu kültür inşa edildiğinde elbette mobbing azalır, keyfilik azalır, torpil azalır; çünkü kişisel ilişki değil, hizmet standardı konuşulur.
Hangi kelimeyi seçtiğimiz, nasıl bir anlayışta yaşamak istediğimizi söylüyor.
Buradan devam etmek, yönetişim tasarımı kadar toplumsal özsaygı tasarımı da demek.
Son söz “İnsanı Yaşat ki Devlet Yaşasın” Sadece söz değil…
