25 Kasım, “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü”.
Birleşmiş Milletler tarafından ilan edilmiş resmi bir gün.
Temeli de Latin Amerika’daki diktatörlük dönemine dayanıyor:
25 Kasım 1960’ta, Dominik Cumhuriyeti’nde diktatörlüğe karşı mücadele eden Mirabal Kardeşler (Patria, Minerva, María Teresa) siyasi sebeplerle vahşice öldürülüyor.
Bu olay, kadınlara yönelik politik ve toplumsal şiddetin bir sembolü haline geliyor.
1999’da BM, 25 Kasım’ı kadına yönelik şiddete karşı uluslararası mücadele günü ilan ediyor.
25 Kasım = Kadına yönelik şiddetin görünür kılındığı, devletlerin ve toplumun hesap vermeye çağrıldığı, politik bir mücadele günü. Sıradan bir “kutlama günü” değil, hesap sorma ve değişim talep etme günü.
Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre dünyada her üç kadından biri, hayatı boyunca en az bir kez fiziksel veya cinsel şiddete maruz kalıyor. Bu, bireysel değil; küresel ölçekte bir insan hakları ve halk sağlığı krizi.
Türkiye’de ise artık rakamlar da fotoğrafı net gösteriyor.
Türkiye’de Rakamların anlattığı çıplak gerçek
2024’te tamamlanan “Türkiye Kadına Yönelik Şiddet Araştırması”na göre, Türkiye’de kadınların:
Yüzde 28,2’si hayatının bir döneminde psikolojik şiddete,
Yüzde 18,3’ü ekonomik şiddete,
Yüzde 12,8’i fiziksel şiddete maruz kalmış durumda.
Son 12 ayda ise kadınların:
Yüzde 11,6’sı psikolojik,
Yüzde 3,7’si dijital,
Yüzde 3,2’si ekonomik,
Yüzde 3,1’i ısrarlı takibe,
Yüzde 2,6’sı fiziksel,
Yüzde 0,9’u cinsel şiddete maruz kalmış.
En yüksek risk grubunun 15–24 yaş aralığındaki genç kadınlar olması, sorunun geleceğimizi doğrudan hedef aldığını gösteriyor.
Sadece “öldürülen kadınlar”a baktığımızda da tablo ağır. Sivil toplum örgütlerinin raporlarına göre, 2023’te 315 kadın, 2024’te ise 394 kadın erkek şiddeti nedeniyle öldürüldü; her iki yılda da yüzlerce “şüpheli kadın ölümü” ayrıca kayıtlara geçti.
Kısacası: Bu ülkenin kadınları için şiddet, istisna değil, sistematik bir risk.
Öfke kontrolü değil, eşitsizlik krizi
Resmi raporlarda şiddetin gerekçesi sorulduğunda, en sık verilen cevaplardan biri “erkeğin öfke kontrol sorunu”. Oysa bu tanım, sorunu kişisel bir sinir meselesine indiriyor ve asıl kök nedeni görünmez kılıyor.
Kadına yönelik şiddetin arkasında, araştırmaların da işaret ettiği üç temel yapısal sorun duruyor:
Kadına itaat, erkeğe üstünlük atfeden kültürel kodlar, şiddeti “aile içi mesele” gibi göstererek normalleştiriyor. “Hak etti”, “aile içi tartışma”, “namus” gibi gerekçeler, şiddetin üzerini örten kılıflar haline geliyor.
6284 sayılı Kanun, şiddet gören veya şiddet tehlikesi altındaki kadınların, çocukların ve aile bireylerinin korunması için oldukça kapsamlı araçlar sunuyor: uzaklaştırma, koruma kararları, barınma, maddi destek gibi.
Kâğıt üzerinde bu çerçeve güçlü; fakat sahada her zaman aynı kararlılık görülmüyor. “Aile barışı” gerekçesiyle şikâyetten vazgeçirmeye çalışan kolluk uygulamaları, geciken tedbir kararları, caydırıcılığı zayıflatan yargı pratikleri hâlâ gündelik hayatın bir parçası.
Kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetle mücadelede Avrupa’nın en kapsamlı sözleşmesi olan İstanbul Sözleşmesi, şiddeti insan hakları ihlali olarak tanımlayan bağlayıcı bir çerçeve sunuyor.
Türkiye, ilk imzacısı olduğu bu sözleşmeden 1 Temmuz 2021 itibarıyla çekildi. Bu karar, “devlet şiddetle mücadelede uluslararası standartlardan geri adım atıyor” algısını güçlendirdi; kolluk ve yargı pratiğinde de “nasıl olsa sözleşme yok” rahatlığına kapı araladı.
Buna, yetersiz sığınak kapasitesini ekleyelim: Uluslararası standartlar her 10 bin nüfusa en az 1 sığınak yatağı önerirken, Türkiye’de mevcut kapasitenin bu hedefin belirgin biçimde altında olduğu hem TBMM tartışmalarında hem uzman raporlarında ifade ediliyor.
Sonuç: Sorun bireysel öfkeden çok daha büyük; eşitsiz güç ilişkileri, eksik koruma mekanizmaları ve zayıf kurumsal uygulamaların birleşimi ile karşı karşıyayız.
Kadına yönelik şiddet kader değildir; iyi tasarlanmış politika setleriyle azaltılabilir, önlenebilir. Bunun için üç düzeyde net adımlar gerekiyor: hukuk–kurumlar, hizmetler–destek mekanizmaları, kültür–eğitim.
Uzaklaştırma kararlarının “kâğıt üzerinde kalmaması” için elektronik kelepçe, risk temelli izleme ve ihlal halinde otomatik yaptırım mekanizmaları yaygınlaştırılmalı.
Polis, jandarma, savcı ve hâkimler için zorunlu ve periyodik toplumsal cinsiyet ve şiddet eğitimleri standart hale getirilmeli; bu eğitimler performans sistemine entegre edilmeli.
Türkiye İstanbul Sözleşmesinden çekilmiş olsa da; “önleme, koruma, kovuşturma ve bütüncül politika” dört ayağını esas alan ulusal bir mevzuat ve eylem planı seti, fiilen aynı standartları sağlayabilir.
Söylemedi demeyin…
Kadın cinayetleri, koruma kararı ihlalleri, şikâyet–soruşturma–kovuşturma zincirindeki kayıplar düzenli, açık ve karşılaştırılabilir formatta yayımlanmalı. Veri şeffaflığı olmadan hesap verebilirlik de olmaz.
Alo 183 Şiddetle Mücadele Hattı, 7/24 ücretsiz ve Türkçe’nin yanı sıra farklı dillerde rehberlik sunan bir mekanizma olarak kritik önemde.
112 Acil ve KADES (Kadın Destek Uygulaması) ile entegrasyon; ihbar sonrasında “tek kapı sistemi”yle mağduru kurum, kurum dolaştırmadan sosyal hizmet, sağlık, hukuki destek ve barınma adımlarının aynı anda devreye alınması gerekiyor.
Şiddet döngüsünden çıkış, çoğu zaman ekonomik bağımsızlıkla mümkün. Mesleki eğitim, kreş desteği, geçici gelir desteği ve işe yerleştirme programları, kadına yönelik şiddet eylem planlarının “opsiyonel” değil “zorunlu” bileşeni olmalı.
Aile içi şiddet ve kadına yönelik şiddet dosyalarında uzlaştırma ve arabuluculuk uygulamalarına açık ve net sınırlar getirilmeli; risk yüksekse tamamen yasaklanmalı.
Her adliyede, mağdurun defalarca ifade vermek zorunda kalmadığı, travma bilgisine dayalı çalışan özel şiddet büroları kurulmalı.
İyi hal indirimi, “kravat”, “saygılı tavır” gibi gerekçelere dayanmamalı; failin sorumluluğu ve mağdurun güvenliği esas alınmalı.
Okul müfredatında toplumsal cinsiyet eşitliği ve şiddetsiz iletişim, seçmeli bir başlık değil, ana akım bir tema haline getirilmeli.
Medyada “kıskançlık dramı”, “aşk cinayeti”, “namus davası” gibi ifadeler yasaklanmalı; Basın Meslek İlkeleri ve RTÜK çerçevesine açık hükümler eklenmeli.
Erkeklere yönelik “şiddetsiz erkeklik” programları, zorunlu fail programları (öfke kontrolü değil, güç–eşitlik odaklı) ile desteklenmeli.
Herkes için çağrı: Tanıksan, tarafsız değilsin
Bu meselenin bir de vatandaş boyutu var. Şiddete tanık olduğu halde “aile içi mesele” diyerek susan herkes, fiilen şiddetin sürmesine katkı sunuyor.
Mevzuat, şiddet ya da şiddet riski gördüğünde ihbar etmeyi herkes için bir hak ve yükümlülük olarak tanımlıyor.
Acil durumda:
112 Acil,
Polis ve jandarma hatları,
Alo 183,
KADES uygulaması
kadınların ve tanıkların başvurabileceği, halihazırda çalışan mekanizmalar.
Kadına yönelik şiddetle mücadele, sadece “aile içi bir sorun” ya da “sosyal hizmet dosyası” değil; demokrasi ve hukuk devleti için bir stres testi.
Bir ülkede kadınlar sokakta, evde, işte ve dijital ortamda kendini güvende hissetmiyorsa; o ülkede hukukun üstünlüğünden, adaletten ve gerçek anlamda demokrasiden söz etmek zor.
Durum net, sorun yapısal, çözüm ise belli:
Eşitlikçi bir kültür,
Eksiksiz uygulanan güçlü bir hukuk çerçevesi,
Yeterli ve erişilebilir koruma mekanizmaları,
Şeffaf veri ve hesap verebilir kurumlar.
Kadına şiddeti önlemek, sadece kadınların değil; bu ülkenin adalet duygusuna inanan herkesin ortak meselesidir.
