"Bir şehrin büyüklüğü, kurduğu fabrikalarda değil; koruduğu kalplerde ölçülür."
Kadim dostum Mehmet Gençsoy’un bu cümlesi, şehirlerimizi tartarken kullandığımız teraziyi yerinden oynatıyor. Yıllardır metrekare, metreküp ve megavat konuşuyoruz; oysa asıl gösterge panosunda güven, aidiyet ve merhamet gibi görünmez sermayeler var. Şehir stratejisini yalın bir cümleyle çerçeveleyen bu söz, hepimize net bir hatırlatma yapıyor: Beton, ancak insanla anlam bulur. Ekonomik ölçek büyürken, toplumsal kalp atışını duyamıyorsak; büyüme rakamdır, gelişme değildir.
Türkiye’nin kent haritası uzun süredir “altyapı, üstyapı, lojistik” üçgeninde şekilleniyor. Elbette yol, fabrika, (liman !) hepsi birbirinden kritik. Ancak şehrin sürdürülebilir rekabet gücü, yalnızca üretim parkurlarında değil; gündelik hayatın mikro ekosistemlerinde inşa edilir. Kaldırımın engelsizliği, parkın gölgesi, kreşin erişilebilirliği, eczanenin nöbet saatleri, mahalle pazarının fiyat istikrarı… Bunlar vatandaşın her gün ölçtüğü; belediyenin, valiliğin, merkezi idarenin -vatandaş gözünde puanlandığı- görünmez performans göstergeleri. Kurumsal jargondaki karşılığı basit: “vatandaşın beklentisinin de üzerinde hizmet anlayışı” kalite odaklı yaşam döngüsü yönetimi.
Şehir, bir üretim tesisi değil; canlı bir sosyal organizmadır. Bu organizmanın oksijeni de güven. Güven dediğimiz şey, tek bir kararla gelmiyor; tutarlı süreçlerle birikiyor. Toplu taşımada öngörülebilirlik, kamusal hizmette eşit muamele, yerel yönetimde şeffaflık… Hepsi sosyal sermayeyi besleyen tedarik zincirinin halkaları.
Günün sonunda güven arttıkça, ticaret de nefes alıyor; esnafın veresiye defteri hafifliyor, girişimcinin riski karşılama iştahı artıyor. Kısaca “kalplerin korunması”, makro göstergelerde risk primini aşağı çeken görünmez bir politika seti olarak karşımıza çıkıyor.
Deprem gerçeğini yaşamış bir ülke için “kalp koruma”nın teknik karşılığı afet dayanıklılığıdır. Bina envanteri güncel değilse, imar disiplinine taviz veriliyorsa, erken uyarı yanıt kapasitesi zayıfsa; şehrin kalp atışları düzensizleşir. Dayanıklılık, yalnızca betonun mukavemetiyle değil; komşuluk ağlarının gücü, sivil toplumun çevikliği, yerel yönetimlerin koordinasyon refleksiyle ölçülür. Yani “insan odaklı güvenlik” ile “fiziksel güvenlik”in entegre yönetimi kısaca, şehirlerin iş sürekliliği planıdır.
Peki bu perspektif, pratikte neye dönüşür?
Sosyal Altyapı Yatırımı: Kreşler, yaşlı yaşam merkezleri, gençlik atölyeleri, kadın destek hatları… Bunlar birer “maliyet kalemi” değil; suça, yoksulluğa ve yalnızlığa karşı önleyici bakım yatırımıdır. Her yeni sosyal tesis, şehrin nabzına düzen veren bir kalp pili gibidir.
Erişilebilir Kamusal Mekân: Parkın güvenliği, aydınlatmanın standardı, bisiklet yollarının sürekliliği… Kâğıt üzerindeki kentsel tasarım ilkeleri, akşam eve dönen bir öğrencinin hissettiği huzurla doğrulanır. Yaya önceliği, yalnızca bir trafik kuralı değil; kentin vatandaşına “seni görüyorum” demesidir.
Katılımcı Yönetişim: Mahalle meclislerinden gençlik konseylerine, dijital geri bildirim platformlarından bütçe şeffaflığına kadar tüm mekanizmalar, şehirle vatandaş arasında çift yönlü bir sinir hattı kurar. Bu hat güçlendikçe, kamu politikası daha rafine, kamu harcaması daha verimli olur.
Laiklik ve toplumsal barış boyutunu da buraya bağlamak gerekir. Devletin tarafsızlığı ve eşit muamele ilkesi, çok kimlikli şehirlerde ortak yaşamın güvenlik duvarıdır. Kamu hizmetine erişimde kimlik “değişken” olmaktan çıktığı anda, şehir “herkesin kentine yükselir”. Bu da kalpleri korumanın en kurumsal biçimidir.
Ekonomi cephesinde tablo nettir: İnsan odaklı şehirler yatırım çeker, yetenek tutar, inovasyon üretir. Nitelikli göç, kâğıt üzerindeki teşvikten çok, yaşam kalitesiyle kazanılır. Bir mühendis, bir öğretmen, bir hemşire, bir işçi; kararını maaşla birlikte hava kalitesine, çocuğunun okuluna, gece sokakta yürüme hissine göre verir. Şehrin marka değeri, işte bu “gündelik deneyim endeksi”yle yükselir.
Kültür-sanat damarını da unutmayalım. Bir kentin duvarları sadece taşı değil, hikâyeyi de taşır. Kütüphaneler, bağımsız sahneler, yerel festivaller; şehrin kalp ritmini düzenleyen melodilerdir. (Burada bir eleştirimizi de dile getirelim. Kültür festivali yapıyorsun ama içinde Kayseri’li yerel sanatçılar yok !!!???) Fabrika vardiyası bittiğinde ışığı yanan tiyatro, üretimle hayat arasındaki köprüdür. Ekonomik döngü, kültürel ekosistemle kapandığında kalpler gerçekten korunur.
Kadim dostum Mehmet Gençsoy’un bu cümlesi bir sağduyunun, toplumsal sorumluluğun ifadesidir bu yüzden çok isabetli ve yerinde bir söz.
Şehir ölçeği artık yalnızca üretim kapasitesiyle tanımlanamaz. Eşzamanlı olarak “insan onuru standardı”nı da sağlayabilenler, geleceğin Türkiye’sinde kalıcı olur.
Kamu, yerel yönetim, özel sektör ve sivil toplum aynı metne imza atmak zorunda: “Önce insan.” Bu, romantik bir motto değil; stratejik bir yol haritasıdır.
Bir kent, sabah ekmeğini alırken kasadaki gülümsemeyle, akşam otobüs durağındaki güven duygusuyla, gece pencereden içeri sızan temiz havayla büyür.
Fabrikalar üretir, yollar bağlar; ama kalpler korunmazsa, şehir yalnızca bir coğrafi bir koordinat olur. Kalpler korunursa, bu koordinat yuvaya dönüşür. İşte büyüklük de tam orada başlar.
Teşekkürler Mehmet GENÇSOY bana bu ilhamı verdiğin için…
