Türkiye bugün kâğıt üzerinde güçlü bir ekonomi. 2024 itibarıyla yaklaşık 1,3 trilyon dolarlık milli gelirle dünyanın en büyük ekonomileri arasında sayılıyoruz. Ama bu büyüklük, tek başına vatandaşın cebine yansıyan, sürdürülebilir bir refah anlamına gelmiyor.
Yıllardır tüketimi, inşaatı ve borçlanmayı önceleyen bir modelle ilerliyoruz. Ara malında dışa bağımlılık yüksek, verimlilik artışı sınırlı, gençler için nitelikli ve güvenceli iş sayısı düşük. Küresel rüzgâr sert estiğinde de her seferinde aynı noktaya dönüyoruz: “Kriz yönetimi”.
Aslında tablo basit: Türkiye ya üretim odaklı, adalet ve demokrasi temelli bir modele geçecek ya da orta gelir tuzağı ile kurumsal zayıflığın iç içe geçtiği bir kırılganlık sarmalında kalacak.
Resme uzaktan baktığımızda imalat sanayinin milli gelir içindeki payı yüzde 19–20 bandında. Bu oran birçok ülkenin üzerindeki bir seviye. Yani kağıt üzerinde “sanayisizleşmiş” bir ülke değiliz.
Ama detaylara indiğimizde durum değişiyor:
Orta ve düşük teknolojili üretim ağırlıkta,
İthal ara malına bağımlılık yüksek,
Markalaşma ve inovasyon (yenilik) gücü sınırlı,
KOBİ’ler finansmana erişmekte zorlanıyor, ölçek büyütmekte tıkanıyor.
İşgücü tarafında da benzer bir kırılganlık var. Resmi işsizlik oranı tek haneli görünüyor; ancak geniş tanımlı işsizlik ve atıl işgücü neredeyse her dört kişiden birine denk geliyor. Gençler arasında ise tablo daha da ağır: 18–24 yaş aralığındaki gençlerin yaklaşık üçte biri ne eğitimde ne istihdamda ne de bir mesleki eğitim programında. Genç kadınlarda bu oran daha da yüksek.
Bu şu anlama geliyor: Üretim için en değerli kaynağımız olan genç nüfusu, sistem dışına itiyoruz.
Cari açıkta 2024’te önemli bir düzelme olsa da, bu daha çok sıkı para politikası ve iç talebin baskılanmasının sonucu. Yani hâlâ, “daha çok ve daha nitelikli üretim yaparak” sağladığımız yapısal bir iyileşmeden söz edemiyoruz.
“Üretim ekonomisi” dendiğinde çoğu zaman akla sadece fabrika, makine, ihracat rakamı geliyor. Oysa gerçek anlamda üretim ekonomisi, zihniyet değişimi gerektiriyor.
Bu model;
Yüksek katma değerli ve teknoloji yoğun üretimi,
Güçlü yerli tedarik zincirlerini,
Verimlilik artışına dayalı, kalıcı ücret artışlarını,
Dünyayla entegre ama kendi ayakları üzerinde durabilen bir reel sektörü ifade ediyor.
Ve bu model, sağlam bir kurumsal çerçeve olmadan çalışmaz. Yani şunu açıkça söylemek gerekiyor: Adalet ve demokrasi olmadan üretim ekonomisi olmaz.
Kore ve Almanya neyi farklı yaptı?
Güney Kore, birkaç on yıl içinde yoksul bir tarım ülkesinden, yüksek teknoloji ve sanayi devi haline geldi. Bunu; uzun vadeli bir sanayi stratejisi, eğitim ve Ar-Ge’ye ısrarlı yatırım, dünya ile güçlü ticari entegrasyon ve belirli bir kurumsal istikrar sayesinde yaptı.
Almanya’da ise “Mittelstand” dediğimiz KOBİ omurgası, ülkenin sanayi gücünün temel taşı. Küçük ama son derece uzmanlaşmış bu işletmeler; istihdamın büyük kısmını sağlıyor, ihracatta önemli bir paya sahip. Arkasında da sosyal piyasa ekonomisi, yerel bankacılık sistemi, mesleki eğitim ve güçlü yerel yönetimler var.
Her iki örnekte de ortak nokta şu: Üretim gücünün arkasında hukuka güven, öngörülebilir devlet, uzun vadeli eğitim ve bilim politikası ve demokratik işleyiş bulunuyor. Yani mesele sadece “daha fazla teşvik” değil, daha sağlam kurumlar.
Adalet ve demokrasi olmadan yatırım da, üretim de kalıcı olmaz
Türkiye’de üretim ekonomisine geçiş tartışmasını teknik bir “sanayi politikası” meselesi gibi algılama eğilimi var. Oysa bu konu doğrudan hukukun üstünlüğü ve demokrasi kalitesiyle bağlantılı.
Hukukun üstünlüğü zayıfsa, yatırımcının gözünde ülkenin risk primi düşmez. Uzun vadeli fabrika yatırımı yerine, kısa vadeli rant alanları tercih edilir.
Yargı bağımsızlığı ve öngörülebilirliği sağlanmazsa, sözleşme güvenliği sarsılır; şirketler ölçek büyütmekten, yabancı ortak almaktan kaçınır.
Liyakat yerine kayırmacılık öne çıkarsa, kamu kaynakları verimli üretim alanlarına değil, siyasi sadakati ödüllendiren projelere gider; israf kronik hale gelir.
Demokratik katılım ve hesap verebilirlik işlemediğinde, gençlerin sisteme güveni azalır; nitelikli işgücü göçü hızlanır.
Bu nedenle adaletin zayıf, demokrasinin yüzeysel olduğu bir zeminde “üretim devrimi” yapmaya çalışmak, temeli çürük bir binaya kat çıkmaya benzer. İlk sarsıntıda duvarlar çatlar; enflasyon, kur şoku ve siyasi krizler olarak karşımıza çıkar.
Türkiye’nin üretim ekonomisine geçişini, aynı anda hem ekonomik hem de demokratik bir yeniden yapılanma fırsatı olarak görmek zorundayız. Bunu da üç ana başlıkta özetlemek mümkün:
Yargı bağımsızlığını güçlendiren, keyfîliği azaltan, öngörülebilirliği artıran güçlü bir reforma ihtiyaç var. Düzenleyici kurumların siyasetten bağımsız çalışması, kamu ihalelerinde şeffaflık ve rekabetin esas olması, yatırımcının güvenini artırır, sermayeyi üretim alanına çeker.
Gençlerin ne eğitimde ne istihdamda olduğu bir tablo, lüks değil alarm zili. Mesleki ve teknik eğitim, organize sanayi bölgeleriyle iç içe, iş garantili bir modelle yeniden kurgulanmalı. Genç kadınların işgücüne katılımını kolaylaştıracak bakım hizmetleri ve güvenceli esnek çalışma modelleri, ekonomik olduğu kadar demokratik bir gereklilik.
Yüksek katma değerli sektörlere (makine, elektronik, kimya, yeşil teknolojiler gibi) odaklanan, KOBİ’lere uzun vadeli ve öngörülebilir finansman sağlayan, bölgesel olarak dengeli üretim koridorları kuran bir sanayi mimarisi gerekiyor. Bunun da kayırmacılıktan arındırılmış, hesap verebilir bir çerçeveye oturması şart.
Türkiye, coğrafi konumu, girişimcilik enerjisi ve mevcut sanayi tabanıyla, üretim ekonomisine geçiş için gerekli pek çok avantaja sahip. Eksik olan, bu avantajları kalıcı refaha dönüştürecek adil ve demokratik kurumsal çerçeve.
Bu nedenle bugün ihtiyaç duyduğumuz şey, sadece yeni bir ekonomik program değil. Üretimi, adaleti ve demokrasiyi aynı anda güçlendiren yeni bir toplumsal sözleşme.
Gençlerin bu ülkede kalmak isteyeceği, yatırımcının on yıllık plan yapabileceği, çalışanların emeğinin karşılığını alabildiği bir Türkiye; ancak böyle bir üretim ekonomisiyle mümkün.
Karşımızdaki tercih, sadece bir büyüme modeli tercihi değil. Aynı zamanda bu ülkenin adalet duygusunun, demokrasisinin ve ortak geleceğinin nasıl şekilleneceğine dair bir tercih.
